Ertuğrul Günay
12 Mart 1971 Muhtırası, aslında 9 Mart’ta yapılması planlanan sözde ‘devrimci’ bir darbeyi önleyen ve kısa sürede planlayanların aleyhine çeviren bir karşı darbeydi.
………………………………………………………………………………………………………………….Yarım yüzyıl önce, bugünlerde (12 Mart 1971’de) Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları, parlamento ve hükümete karşı ortak imzalı bir ‘muhtıra[1]’ yayınladı.
Komutanlar, parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşi, kardeş kavgası ve ekonomik ve sosyal huzursuzluk içine soktuğunu ileri sürüyor; bu gidişe karşı önlem olarak ‘partilerüstü anlayış ve Atatürkçü görüşle, anayasanın öngördüğü reformları ele alacak yeni bir hükümetin’ kurulmasını istiyorlardı.
Üç maddelik kısa muhtıranın son maddesine göre, “bu husus tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri idareyi doğrudan doğruya almaya kararlı” idi.
Muhtıra, öğle ajansında radyolardan okundu. (O zaman Türkiye’de televizyon henüz deneme yayınları yapıyordu). Akşam 17.30’da Başbakan Süleyman Demirel, muhtıranın anayasa ve hukuk devleti kurallarına aykırı olduğunu belirterek görevinden istifa etti.
Meclis’te sessizlikle karşılanan muhtıranın, parlamentoyu itham eden cümlelerine Başkan Tekin Arıburun Senato’yu açış konuşmasında karşı çıktı. AP üyesi emekli orgeneral Arıburun eski Hava Kuvvetleri Komutanıydı. Ancak muhalefetin çoğunluğu muhtırayı destekliyor, iktidar suskun davranıyordu. Milli Birlik Grubundan[2] emekli albay Mucip Ataklı, “Silahlı Kuvvetlerin devrimci isteklerini parlamentonun basiretle değerlendireceğini umduklarını” söyledi.
Parlamento dışında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Türk Hukuk Kurumu, Devrimci Gençlik Federasyonu, Türk İş ve DİSK muhtırayı olumlu karşılayanlar arasındaydı.
Üniversite öğretim üyelerinden bazıları muhtırayı destekleyen açıklamalar yaptı. Cumhuriyet’te İlhan Selçuk, 14 Mart 1971 tarihli yazısında muhtırayı ‘devrimci çizgide olumlu bir adım’ olarak niteliyor; Devrim Dergisinde Uğur Mumcu, “Erkekseniz Karşı Çıkın” başlıklı yazısında Meclisteki sessizliği alaya alıyordu.
Muhalefetten sadece iki deneyimli isim muhtıraya temkinli yaklaştı. Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Behice Boran, demokrasi açısından kaygılarını belirten bir açıklama yaptı. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 15 Mart’ta partisinin ortak grup toplantısında, komutanların hükümete “ne yapmalarını takdir ve zorunlu bir tedbir olarak teklif ve ısrar etmesini” doğru bulmadığını söyledi.
Muhalefetin büyük çoğunluğu, kısa sürede pişman olacakları bir yanılgı içindeydi.
Bu yanılgının perde arkasında, son hafta içinde Silahlı Kuvvetlerde yaşananlar hakkındaki bilgisizlik yatıyordu.
12 Mart Muhtırası, aslında 9 Mart’ta yapılması planlanan ‘sözde devrimci’ bir darbeyi önleyen ve kısa sürede planlayanların aleyhine dönüştüren bir karşı darbeydi.
Gerçekten, ordu içinde aralarında general rütbesinde olanların da bulunduğu bir grup subay ve onlarla fikir birliği içinde olan bir grup siyasetçi ve yazar, 9 Mart’ta TBMM’ye ve hükümete son veren bir darbe yapacak, yönetime kalıcı biçimde el koyacak, Milli Demokratik Devrim’i (MDD) gerçekleştirecek, -iddialarına göre- Türkiye’yi bu yoldan kalkındıracaklardı. Harekatın planlayıcılarının sonra yayınlanan anılarında da açıklıkla anlatıldığı gibi, hedeflenen (BAAS tipi) kalıcı-otoriter bir yönetim kurmaktı.
9 Mart darbesini planlayanlara göre, Türkiye’nin çok partili sistem ve seçimlerle gelişmesi mümkün değildi. MDD’cilere göre, 1960’da 27 Mayıs Darbesi yapılmış, Demokrat Parti (DP) kapatılmış, milletvekilleri ve bakanları cezalandırılmıştı; fakat 10 yıl içinde DP’nin devamı olduğu belli bir parti yine iktidardaydı. Onlara göre DP de, AP de tutuculuktan öte gerici partilerdi ve hep onların kazandığı demokrasi, Türkiye için çıkmaz bir yoldu.
MDD’ciler bir süredir sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları ile gençlik önderleri arasında taban oluşturmuşlar, bu örgütlerde ‘demokrasiyi vazgeçilmez yöntem olarak benimseyenleri’ büyük ölçüde tasfiye etmişler, etkisizleştirmişlerdi. Gazete ve dergilerde önemli yazarlar darbenin fikri temellerini atıyordu. Örneğin, tanınmış bir yazar, bazı gençlerin örgütsel propoganda için -kimliklerini gizlemeden- yaptıkları bir banka soygununu, “banka soymak, banka kurmaktan daha büyük suç değildir,” diye cesaretlendirebiliyordu.
9 Martçılar, askerler ve siviller arasında yeterince örgütlendiklerine inanarak, Ordu üst kademesinden destek bulmaya çalıştılar. Bir süre sonra, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ‘Selim Bey’, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ‘Yavuz Bey’, Korgeneral Atıf Erçıkan ‘Erçil Bey’ kod adlarıyla ‘kendilerindendi’. ‘Nuri Bey’ kod adıyla Tümgeneral Celil Gürkan zaten cuntanın merkezindeydi.
1971 Mart’ının ilk haftası Ankara’nın komuta merkezleri olağanüstü toplantılara ev sahipliği yaptı. Ancak, darbe planının içinde bulunmayan Genelkurmay, bütün hazırlıklardan haberdardı. Sonrada ortaya çıktığına göre, Korgeneral Atıf Erçıkan (Erçil Bey) bütün çalışmaları yukarıya bildiriyordu. Cuntayla ilgili aydınların bütün toplantılarına katılan ve devrimci çıkışlarıyla bilinen İktisat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Dr. Mahir Kaynak da, ilerideki tarihlerde yapılan yargılamalarda MİT ajanı olduğunu itiraf etti.
Genelkurmay’ın 9 Mart planından haberli olması olasılığı Kuvvet Komutanlarının duraksamasına yol açtı. Harekata geçilmesi beklenen 9 Mart akşamı Hava Kuvvetleri Karargahında yapılan toplantı, Kara ve Hava Kuvvet Komutanlarının Genelkurmay’a gitmesi ve geri dönmemesi üzerine, harekat kararı verilemeden dağıldı.
10 Mart’ta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, kuvvet komutanlarının yanısıra bütün ordu komutanlarını Genelkurmay’da topladı. 11 Mart’ta Yüksek Askeri Şura toplandı. Toplantı sonrası Tağmaç, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la görüşmeye gitti.
Ertesi gün öğle ajansında radyolarda, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının ortak imzasıyla ‘muhtıra’ okundu. Kara ve Hava Kuvvetleri Komutanları, 9 Mart darbesinden vazgeçmişler, buna karşılık komuta kademesiyle hükümetin istifasının istenmesi ve yeni bir hükümetin kurulması konusunda anlaşmışlardı.
12 Mart’ın ilk günlerinde birtakım ‘sol’ çevrelerin destekçi tutumu, muhtırada anayasanın öngördüğü reformlardan söz edilmesinden ve metnin altında Kara ve Hava Kuvvetleri komutanlarının adlarını görmekten kaynaklanıyordu.
Ancak, aldananlar sadece onlar değildi. Bir dolu heyecanlı ‘devrimci’ genç, darbecilerin yolunu açmak için ortamın hazırlanmasına çalışıyor, gösteri amacıyla banka soyuyor, yabancı askerleri kaçırıyorlardı. 16 Mart’ta, bu tür suçlardan aranan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan (ve kısa bir süre sonra Hüseyin İnan) yakalandı. Aynı gün, içlerinde Mahir Çayan’ın da bulunduğu ileri sürülen bir grup İstanbul Erenköy’de banka soyuyordu.
17 Mart’ta, 9 Mart darbe hazırlığıyla ilgisi olduğu ileri sürülen 4 general, 1 amiral, 8’i kurmay olmak üzere 35 albay emekliye sevk edildi. Taraflar belli olmuş, muhtıracılar sol gösterip sağ vurmuştu. Emekliye sevk kararnamelerini, henüz yeni hükümet kurulamadığından, istifa eden hükümet üyeleri imzaladı.
19 Mart’ta Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, TBMM’deki parti genel başkanları ile görüşerek CHP Kocaeli Milletvekili Prof. Nihat Erim’i -partisinden ayrılması koşuluyla- hükümeti kurmakla görevlendirdi. Kamu Hukuku Profesörü Nihat Erim, tanınmış, önde gelen bir CHP’liydi.
21 Mart’ta CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, CHP’nin hükümete katılmasına karşı çıkarak ve bu konuda İsmet İnönü ile görüş ayrılığına düştüklerini söyleyerek görevinden istifa etti. Başta Muhtıra’ya karşı tavır alan İnönü, bu girişimin 9 Mart darbesini önleyen bir karşı hamle olduğunu öğrenince tutumunu yumuşatmıştı.
Ancak Ecevit haklıydı; 1957 seçimde %41’e çıkan CHP’nin oy oranı , 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, 1961 seçiminde %36’ya gerilemiş, CHP, 27 Mayıs darbesinin yanında görünmenin bedelini ödemişti. Ecevit, benzer bir görüntünün CHP’yi yine gerileteceğini düşünüyordu.
Nihat Erim, “reformları gerçekleştirecek bir teknokratlar kabinesi” kurduğu iddasıyla yola çıktı. Ancak asayiş olayları, banka soygunları, fidye için insan kaçırmalar durmak bilmiyor, gündemi işgale devam ediyordu. Dönemin tanınmış yazarlarından Ali Gevgilili’nin deyimiyle “1971 Türkiyesinde küçük burjuva devrimciliği, bir gün tarihin ancak çılgınlık yargısını verebileceği her çeşit serüveni deniyordu.”
17 Mayıs’ta İsrail Konsolosu Efraim Elrom’un Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırılması ve -faili tartışmalı biçimde- öldürülmesi, büyük güvenlik operasyonlarına ve hükümetin -reformlar yerine- tümüyle bu olayları önlemeye odaklanmasına yol açtı.
Aslında, muhtırada ve hükümetin söyleminde yer alan ‘anayasanın öngördüğü reformlar’ ifadesi de oldukça tartışmalı ve inandırıcılıktan uzaktı. Muhtıranın birinci imza sahibi olan Orgeneral Tağmaç, uzunca bir süredir anayasadan şikayetçiydi. Kısa süre sonra olaylar, anayasanın öngördüğü reformların yapılması değil, anayasanın öngördüğü özgürlüklerin kısıtlanması doğrultusunda ilerledi.[3]
12 Mart dönemi, ülkeye her açıdan büyük zarar verdi. Asılsız suçlamalarla öğretim üyeleri, yazarlar, aydınlar tutuklandı. Üç genç insan -kimseyi öldürmememişlerdi- siyasi hırs ve öfkenin kurbanı olarak idam edildi. Nice insan, sonu baştan belli, anlamsız çatışmalarda canını yitirdi.
Ama, 12 Mart’a giden yolu 9 Mart girişiminin açtığı gerçeği hiçbir zaman yeterince tartışılmadı. 9 Mart darbe girişimi olmasa, 12 Mart muhtırası olmayacaktı. MDD’cilerin demokrasiyi beğenmeyen, halk oyunun sağduyusuna inanmayan ve gelenekçi-liberal siyasi partileri bile ‘gerici’ sayan tutumu ve darbe girişimi, Türkiye’ye ağır bedeller ödetmekle sonuçlandı.
9 Mart girişiminin önderlerinden iki kuvvet komutanı 1972’de ve 1980’de sıra ile cumhurbaşkanı adayı oldular. Generaller, albaylar ve cuntanın bazı sivil önderleri, -en azından 12 Eylül darbesine kadar- oldukça rahat yaşadılar. Onlara inanan bir dolu ‘devrimci’ genç, inanç, heyecan ve hayallerinin bedelini canlarıyla yahut uzun yıllar özgürlüklerinden yoksun kalarak ödediler.
Türkiye sosyalist hareketinin demokrasiye inançla bağlı, en saygın isimlerinden Mehmet Ali Aybar’ın TBMM kürsüsünde söylediği gibi, tarihin tecrübesi, bir kez daha şiddetin ve anarşinin hep demokrasi karşıtlarının, otoriterleşmenin işine yaradığını göstermişti.
1980 12 Eylül darbesinden yıllar sonra anılarını yazan Orgeneral Muhsin Batur’un bir saptaması da oldukça çarpıcıdır: “Gariptir, bazan hem aşırı solcular, hem iş çevreleri askeri müdahaleyi ister. Tabii sonuçta solcular kaybeder, iş çevreleri kazanır.”[4]
9 Mart darbe girişiminden de, 12 Mart darbesinden de çıkaracağımız çok ders var.
Ancak Türkiye siyaseti hiçbir zaman bu derslerden ibret almayı, daha da önemlisi, hiçbir darbe yahut darbe girişim ile yüzleşmeyi başaramadı. Sonra yaşadıklarımız bundandır.
FACEBOOK YORUMLAR