"Ah anemonum! Kışımı bahar eyleyen güzelim. Bütün zamanları kendinde toplayarak yaşamın içine dağıtan gönül çiçeğim. Teke yarımadasının koynunda, rüzgarlı bir kış günü, yaşamın olanca düzlüğüne karşı içinde tersine akıp duran suların çoğaldığı bir mevsimde çıkıp gelişin nedir biliyor musun? Ne durağanlığa isyan, ne de ‘zamane’ bir kaçış planı. Kendi okyanusunda çalkalanması insanın. Kendi meyvesiyle sarhoş olması bir ağacın. Yollara atma isteği, olur olmaz. Özlemin ruh ve tende bir eriyiğe dönüşüp yaşamın o sonsuz okyanusuna karışmasını sağlayan yollara. iki hareketsiz nesneyi görüntüleri, sesleri, renkleri ve kokularıyla birbirine bağlayan yollara… Avuçlarından ateş gelincikleri topladığım ilk günden beri, yolda, her incir yaprağında ellerini, her ahlatta gülüşünü, her sarmaşıkta tenini görmem bundandır. Bundandır, gövdenin moruna vurulmam. Ama özlem koynunda büyütürmüş tüm duyguları. Beklemek ibadet, adını özlemle anmak zikirmiş, yaşayarak öğreniyor insan..."
***
Aşkım anemone!
Yusuf Yavuz
“Çünkü bir adam için aslolan özlemek ve zikretmektir, ruhunu tamamlayan çiçeği. Kış ortasında çıkıp gelişin nasıl yaşama doğruysa, yaz başında gidip kalışın da yaşama dönük olacak. Hoş geldin anemonum, hoş geldin…”
Anadolu’nun büyük bölümü eskilerin ‘kara kış’ dediği zemheri günlerinin tam ortasında. Beklenen yağmurların ardından kar da kendini göstermeye başladı. Evliya Çelebi’nin tevatürlerindeki gibi, Erzurum’da damdan dama atlayan kedi havada donuyor mu bilinmez ama pek çok yerde kar kalınlığının adam boyuna ulaştığı haberleri geliyor.
Yağışların bereketi yeryüzü için oldukça sevindirici. Suyun milyonlarca yıllık çevrimi sürüyor. Ancak ağaç ve bitkilerden oluşan yeryüzü örtüsünün insan eliyle yok edilmesinin doğal bir sonucu olarak şiddetli seller toprağı da sürükleyip götürüyor. Ege Ovalarında, Toroslarda, Karadeniz’de…
Sellere kapılıp giden sadece toprak mı? Yaşamın aşk dolu sırları da yok oluşun çarkına kapılıp gidiyor…
SELLE BİRLİKTE YOK OLUP GİDEN MİLYARLARCA CAN
Coğrafyanın en eski, en büyük ustası, biçimleyicisi olan su, kızıl, kahverengi çamurun içinde milyarlarca tohumu da alıp götürüyor. Milyarlarca gelincik. Ya da papatya. Kim bilir belki de yüksek yamaçları kökleriyle sararak toprağı yerin yüzünde tutan, yaşamın devamını sağlayan, kuşlara, böceklere yuva olan geven tohumlarıdır kaybolup giden. Belki de ardıçtır, sedirdir, çamdır. Milyarlarca meşe palamududur yahut. Tohum deyip geçmeyin. O orman örtüsünün altında zamanı durdurarak kış uykusuna yatmış, baharı, toprakla buluşacağı günü bekleyen milyarlarca yıllık yaşamın sürükleyicisi tohumlar uyuyor.
Şimdi sözü isterseniz bir ağaca verelim. Anadolu’nun kalender dervişleri alıç ağacına. Türk botanikçilerin duayeni büyük usta Prof. Dr. Hikmet Birand, Ankara yakınlarındaki Dikmen Alıcı’nı konuşturarak, tohumların yeryüzüne nasıl yayıldığını bir alıç ağacının diliyle bakın nasıl anlatıyor:
TOHUMLARIN İNANILMAZ YOLCULUĞU
“Tohum bizim dölümüz, yavrumuz diyelim ki bizim çocuğumuz. Çünkü her tohumda taslak halinde de olsa gelişme organlarımızın hepsi, kök, gövde ve yaprak var… Biz tohumlarımıza bütün analık şefkat ve ihtimamını bizden ayrılmadan önce gösterir, onları dallarımızdan ayrılır ayrılmaz çıkacakları sonu bilinmeyen yolculuk için iyi hazırlamaya gayret ederiz. Çünkü biz tohumlarımıza bizden ayrıldıktan sonra bakmak, yardım etmek imkanından yoksunuz… Tohumlarımız yazın ya da güzün olurlar, dallarımızdan ayrılır savrulur, yere dökülürler. Güzün geceler ayazlamaya başlar, yakında kış gelecek, kar yağacak, don olacaktır… Sonra tohumlarımızın hepsi elverişli yere de düşmez. Çimlenmeden, fakat canlılıklarını da yitirmeden en az bir kış geçirecek kadar dayanıklı ve sabırlı olmaları lazım. Bunu işte tohumlarımızı kurutarak sağlarız. Tohumlar dallarımızdan ayrıldıktan sonra da kurumaya ve su düzenlerini kendileri canlılıklarını yitirmeden bütün fizyolojik işlemlerini pasif hale getirinceye kadar ayarlamaya devam ederler. Böylece tohumlarımız sabırlı, dayanıklı olurlar ve vurdum duymaz bir hayat sürmeye başlarlar. Ne zaman ki yetişme koşulları tohumlarımızın çimlenmesi, gelişmesi için elverişli olur, o zaman tohumlar ıslanır, yani topraktaki suyu yeniden emerler, kabukları şişer ve hücreler güzün kaybettikleri suyu yeniden alarak aktif hale geçerler, sür'atle üremeye ve büyümeye başlarlar. Bu, baharda olabilir…
AZIĞINI YANINDA TOHUMLARIN MİLYON YILLIK DİRENİŞİ
Şu karşıdaki derede ırgalanan kavaklardan her birinin yılda 25 milyon, şu sırttaki küçük bozkır otlarının çoğunun binlerce tohum tuttuğunu bilir misin? Biz ne kadar çok tohum tutarsak tutalım, onların hepsini bizden ayrılır ayrılmaz çıkacakları meçhul yolculuk sonucunda ulaştıkları yerde açlıktan ölmemeleri, çimlenirken büyüyecek olan organlarının beslenme ve gelişmesi için mümkün olan her tedbiri almakta kusur etmeyiz. Hepsine, çürüyecek, ölecek olanlara da, sağ kalacaklara da hem yolculuk için hem de yolculuktan sonra en az bir yıl, hatta bir çok yıllar yetecek kadar azık veririz. Fasulye ve akrabalarının tohumlarındaki yapraklar aynı zamanda tohumun erzak ambarıdır ve un, şeker, proteinle doludur. Çok küçük tohumlara, azık olarak nişasta, şeker gibi katı olan karbonhidratların yerine, kalorisi daha çok, ağırlığı daha az ve yerleştirilmesi, en küçük mekana bile en kolay en çok konabilmesi mümkün olan sıvı maddeler, mesela yağ vermek. O küçücük gelincik tohumlarından bir kaçını parmaklarınla ez de bak, göreceksin ki parmakların yağlanacak. ” (Hikmet Birand, Alıç Ağacı İle Sohbetler- TÜBİTAK Yay.)
Dikmen Alıcı’nın anlattıklarının tamamına kulak vermek, bu topraklar üzerinde yaşayan hemen herkesin yaşam ödevi olmalı notunu düşüp, tohumların büyülü dünyasına kısa bir ara verelim…
ŞÜKÜR, BU KIŞ DA ÖLMEDİK DİYEBİLMEK
Bugünlerde Anadolu’nun pek çok bölgesi kara kış yaşıyor dedik. Baharda gelinciklerini giyinen Konya Ovası, Afyon’un bozkırları ayazda uykuya yatmış, Nazım’ın dediği gibi ‘tilkiler bakır sıçıyordur’ şimdi. Dedegöl’de lale, Bayat Ovası’nda papatya, Gembos’da çiğdem, Köprüçay’da çuha çiçeği, Torosların toprağı milyonlarca tohuma gebedir şimdi. Kış, umudun, sabrın ve “şükür, bu kış da ölmedik!” diyebilmenin, adrenalin için değil, yaşamak için direnmenin adıdır. Kış, baharın en güzel çiçekleriyle süslenmiş yaşam ipinin göğüslenerek yaşama çığlık atmanın, ot kokulu bayramların gururudur.
İNSANI YOLDAN ÇEVİREN GÜZELLER
Toprak uykudayken koynunda sakladıklarını görmeyiz. Güneşten aldığı payı her gün bir dakika daha çoğaltan toprağın bir sabah ansızın delirdiğini görmek, elbette görmeyi bilenler için yaşamın en coşkulu anlarından biridir. Koyu, kahve, kızıl toprağın ışıkla ağır ağır sevişerek koynundaki muştuyu mavi göğün altında binlerce kızıl kuş gibi uçurması, yerin laleye, gelinciğe kesmesi… Bir ikindi vakti ansızın yoldan alıkoyması insanı…
ŞENGÜL’ÜN NEŞELİ ÇIĞLIĞI ‘LELELER AÇMIŞ!’
Bilenler bilir, Kaş’ın bir ‘Şengül Abla’sı vardır. Kimi zaman meydanda gözleme satar, kimi zaman da gece gündüz demeden sohbetiyle şenlendirir meydanı. Ocak ayında bir gün otobüsteyiz, ben Antalya’ya, o Demre’ye gidiyor. Her metresini ezberlediğim, hangi virajın sonunda hangi ot biter bildiğim yol boyunca içimden türkü söyleyerek dışarıyı seyrediyorum. Otobüs Gürses köyüne yaklaşınca Şengül ansızın kendini kaybetmişçesine kikir kikir gülüşerek bağırıverdi: “leleler açmış!”
Ellerini birbirine çırparak ovuşturuyor. Bir iki saniyeliğine otobüsün camından gördüğü ipek tenli çiçekler ruhunun en kuytu köşelerine dokunmaya yetti. Yarım saattir ağzını bıçak açmayan Şengül, şakımaya başladı.
KIŞ ORTASINDA BAHAR MÜJDESİ: ANEMONLAR
Şengül’ün ‘lele’ dediği, buralarda kimilerinin lale diye bildiği anemon çiçeği. Güney Anadolu kıyılarında Ocak ayı ile açmaya başlar anemonlar. Demre yakınlarındaki Gürses köyünün yolun kıyısında yer alan küçük mezarlığını mora, pembeye, eflatuna boyayan anemonlar, ölümün soğuk yüzünü unutturup yaşamın sıcaklığıyla sarmalar insanı. Kaş’ın Akbel’inde, Sarılar’ında, Kumluca’nın yamaçlarında, Çıralı’da, Tekirova’da, Phaselis’te anemon mevsimidir kış. Ocak’ta yerlerini belli etmeye başlayan bu narin güzeller, Mayıs’a kadar yerin yüzünü şenlendirir.
Ben de düştüm bir kış günü anemon denizine. Tanrının varlığını gizlediği sırları buldum satenler giyinmiş teninde.
AH ANEMONUM!
Ah anemonum! Kışımı bahar eyleyen güzelim. Bütün zamanları kendinde toplayarak yaşamın içine dağıtan gönül çiçeğim. Teke yarımadasının koynunda, rüzgarlı bir kış günü, yaşamın olanca düzlüğüne karşı içinde tersine akıp duran suların çoğaldığı bir mevsimde çıkıp gelişin nedir biliyor musun? Ne durağanlığa isyan, ne de ‘zamane’ bir kaçış planı. Kendi okyanusunda çalkalanması insanın. Kendi meyvesiyle sarhoş olması bir ağacın. Yollara atma isteği, olur olmaz. Özlemin ruh ve tende bir eriyiğe dönüşüp yaşamın o sonsuz okyanusuna karışmasını sağlayan yollara. iki hareketsiz nesneyi görüntüleri, sesleri, renkleri ve kokularıyla birbirine bağlayan yollara…
Avuçlarından ateş gelincikleri topladığım ilk günden beri, yolda, her incir yaprağında ellerini, her ahlatta gülüşünü, her sarmaşıkta tenini görmem bundandır. Bundandır, gövdenin moruna vurulmam. Ama özlem koynunda büyütürmüş tüm duyguları. Beklemek ibadet, adını özlemle anmak zikirmiş, yaşayarak öğreniyor insan.
HOŞGELDİN ANEMONUM,
Ah anemonum! Adını her zikredişimde yaradılışın anlamına dokunmam bundandır. İçimde çağıldaması, sessiz akan bir ırmağın, bir balığın zıplaması aniden. Temmuz sıcağında beklenmedik bir yağmur ve toprak kokusu. Kış ortasında baharın sımsıcak büyüsü. Yaşamın tüm coşkusu yani. Varlığın, varlığıma bir armağan. Meşe ağaçlarında suretini, toprağın karnında sesini duymam bundandır. Işık, aşkla sevişirken Tosorlarla, her ikindi vakti adını bağırmam bundandır:
Anemonum… Anemonum… Anemonum…
Çünkü bir adam için aslolan özlemek ve zikretmektir, ruhunu tamamlayan çiçeği. Kış ortasında çıkıp gelişin nasıl yaşama doğruysa, bunca hoyratlık seline inat yaz başında gidip kalışın da yaşama dönük olacak...
Hoş geldin anemonum, hoş geldin…
***
*Dağ lalesi olarak anılan Anadolu kökenli anemon (Anemone coronaria) çiçeği, düğünçiçeğigiller ailesine ait çok yıllık otsu bir bitki türü olarak biliniyor. Ancak parlak ve göz alıcı renkleriyle insanı cezbeden anemonlara güneşi çok sevdikleri için ‘ışığın çiçeği’ demek yanlış olmaz. Ocak ortalarında Mayıs sonlarına kadar özellikle Güney ve Güneybatı Anadolu’da ve Anadolu’nun diğer kıyı bölgelerinde varlığını gösteren ve 10 ila 45 cm arasında boylanabilen anemonlar, arazi kullanım hataları yüzünden giderek yok oluyor. Tarım, inşaat, turizm, madencilik ve enerji gibi girişimlerin kurbanı olan anemonların yok oluşunu hızlandıran en büyük etken ise bu bitkiler için herhangi bir koruma kalkanının bulunmaması. Endemik türler arasında anılmayan anemonlar, bugün varlığını sürdürmek için dirense de ruhumuzu titreten bu güzellikleri bizden sonraki kuşakların da görebilmesi biraz zor görünüyor ne yazık ki. Siz siz olun bugünlerde yaşadığınız yerde ya da yakınlarında bir anemon görürseniz gözünüz gibi ve kıskançlıkla koruyun.
(Arşiv yazı)
FACEBOOK YORUMLAR