* Yusuf Yavuz
''Anadolu coğrafyası ölüyor, farkında mısınız?
Uzunca bir süredir hızla yaşadığımız coğrafyanın seslerini yitiriyoruz, farkında mısınız? Kokusunu yitiren bir ülkeye uyanıyoruz her sabah ne zamandır ve kimsenin umurunda değilmiş gibi bir rahatlıkla karşılıyoruz bu dehşet tablosunu. Sanki bir toplama kampına tıkılmış, topluca infazını bekleyen birer mahkûm gibiyiz, üstelik suçunu da sükûnetle kabullenmiş gibiyiz.
Bir süredir Anadolu'nun benzersiz doğası "bir zamanlar" diye söze başlanan cümleler içinde anılır oldu. Mesela bugün kuruyan Manyas Gölü'nün yaşam dolu günlerini, çok değil 40 yıl önce BBC'nin çektiği belgesellerden görüp iç geçiriyoruz. Antalya'nın bakir kumsallarını, falezlerinden Akdeniz'e akan şelalelerini geçmiş zamanlı cümleler içinde anıyoruz. Bodrum'un yel değirmenlerini, Eğirdir Gölü'nün benzersiz ıstakozlarını eski tanıtım broşürlerinde gördükçe iç geçiriyoruz. "İstanbul'a bak, boğaz kıyıları nasıl da bomboş" derken de bugünün hoyrat betonlarıyla çevrelenen hayatlarımızın içine bir kat daha gömülüyoruz. Anadolu, içinde üç kıt'ayı barındıran, yeryüzünün özeti sayılabilecek bir coğrafyaydı. Son 20 yılda bu özetin ruhunu yok ettik.
Artık insan eliyle üretilmemiş bir peyzajdan zevk almayan milyonlar yetiştiriyoruz bu yozlaşmış kentlerde. Gerçek bir ot kokusunu bilmeyen, Mayıs ikindilerinde yamaçlardan yükselen toprak kokusuyla sarhoş olmayan, bir dereden geçerken türkü söylemenin tadını hiç yaşamayan insanların eğittiği bir toplumla baş başayız.
Amerikan üniversitelerinden bozma okullarda öğrenilmiş pastoralizmin diline kurban edilen güzelim köy evlerine burun kıvırıp, kırsal mimariyi Hindistan kırsalında arayan bir kuşak yetiştirdik. Karakılçık buğdayını öğrenmeden Meksika buğdayının imajına tutkun bir kolejli kitlemiz var.
Yörük masallarının sırlarına ermeden Amerikan dizilerinin beyin yakan kurguları arasında kaybolup giden bir nesille baş başayız. İslamcısı, sosyalisti, laik'i, muhafazakârı milliyetçisi fark etmiyor; her yaşama biçiminin tek bir biçime evrildiği koca bir tüketim kalıbında birbirimize benzedik.
Bir süredir üzerinden iş makinesi geçmeyen bir deremiz kalmadı. Hareket eden her suya ateş edercesine yatağına beton dökülmedik bir akarsuyumuz yok denecek kadar az kaldı. Küçük bir su sineğinin konacağı doğal bir yaprak, neşeli bir kurbağanın aşkını haykıracağı tek bir nilüfer yaprağı kalmadı kirletilmedik. Bir dağalasının gümüşi pullarına saf güneş ışığı düşmüyor ne zamandır. Bir ibibik dikenli ardıcın dalından masal kuşu gibi ansızın havalanmıyor, yağmur zeytin tanelerinin üstünde şekere düşen bir damla gibi parıldamıyor, bir solucan bir taşın altından kıvrım kıvrım çıkmıyor ne zamandır.
Kaç zaman oldu bir oğlan çocuğunun arkadaşlarıyla 'üleşip' kozlarını paylaştığı cevizleri cebine doldurup eve gelmeyeli.
Uzunca bir süredir hızla yaşadığımız coğrafyanın seslerini yitiriyoruz, farkında mısınız? Kokusunu yitiren bir ülkeye uyanıyoruz her sabah ne zamandır ve kimsenin umurunda değilmiş gibi bir rahatlıkla karşılıyoruz bu dehşet tablosunu. Sanki bir toplama kampına tıkılmış, topluca infazını bekleyen birer mahkûm gibiyiz, üstelik suçunu da sükûnetle kabullenmiş gibiyiz.
Zamanın her hangi bir diliminde olsa, bir dal için bile kıyametin koparılacağı değerler ormanı vahşice yok edilirken kılımız bile kıpırdamadan, elimize tutuşturulan ne varsa hepsiyle birlikte taş kesilmiş 80 milyonluk bir ordu gibiyiz.
Bu güzel coğrafya usulca ellerimizin arasından kayıp giderken, çiçeklerle adımladığımız yollara plastikten peyzaj gülleri dikildi, farkında mısınız?''
***
(Yusuf Yavuz)
FACEBOOK YORUMLAR