Kenan Güzel

Kenan Güzel

Yaşamak Bedel İster
[email protected]

ELVEDA ÇANAKKALE RUHU

20 Ekim 2024 - 10:23

Elveda Çanakkale Ruhu

Çanakkale’de yaşamama rağmen, uzun yıllardır şehitler yarımadasını ziyarete gitme imkânım olmamıştı. Tâki, yıllarını bu mübarek mekânları araştırmaya adayan ve bir çok yeni mezarın bulunmasına vesile olan yüreği güzel birkaç Hak dostu ile yapmış olduğum ziyarete kadar. Dünyanın en kanlı savaşlarından birinin yaşandığı Gelibolu yarımadası üzerine ecdadımız kan ve kemikleriyle, sadakat ve insanlıklarıyla kocaman bir hayat laboratuvarı kurmuştur. Burası üzerinde elbisesi, tüfeğinde mermisi,  küfesinde yiyecek ekmeği bulunmayan bir milletin yedi düvele meydan okuduğu bir yerdir.
Gelibolu yarımadası insanlık adına savaşlara bir kural getiren; adalet ve merhametiyle gönülleri fetheden; düşman askerini bile kendi hastanesinde tedavi eden bir milletin, insanlık destanı yazdığı bir meydandır. Bu topraklar öyle kutsal, öyle mübarek, öyle değerlidir ki;  buraları ziyarete gelerek yiğitlerini alnından öpen Kainâtın Sultanı Hz. Muhammed (sav);  Bedrin aslanlarını kınalı kuzularının yardımına gönderen de Yüce Allah’tır (cc). 

Hoş Geldin Ya Resulellah!
17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey savaş alanını dolaşırken, yerde ölmüş numarası yaban yaralı bir Fransız askerinin kalbine sapladığı bir hançerle şehit olur.  Aslında Hasan Bey’in asıl amacı onun ölüp-ölmediğini kontrol edip tedavi edilmesini sağlamaktı. Komutan oracıkta yere yığılır ve çok kan kaybetmektedir. Başına toplanan askerleri durumun çok ağır olduğunu görerek onu hastaneye götürmeye çalışırken, bir den gözlerini açan Hasan Bey askerlerine; ‘’ Çabuk beni ayağa kaldırın’ emrini verir.
Askerler ölümünü bekledikleri komutanlarının birden gözlerini açarak neden böyle bir emir verdiğine bir anlam veremezler ama emir büyük yerdendi. Askerleri hemen koltuk altlarına girerek onu ayağa kaldırırlar. Sanki hiçbir şeyi olmamışçasına bir er gibi esas duruşa geçerek; ‘’ Hoş geldin Ya Resulallah! Neden zahmet buyurdunuz, buralara kadar yoruldunuz’’ diyerek, askerlerinin şaşkın bakışları arasında ruhunun ufkuna yürür.
İşte Gelibolu yarımadası bu yönden bir insanlık laboratuvarı, bir iman müzesi ve bir vefa meydanıdır. Burası sadece bir savaş meydanından ibaret değil; toprağının her gramı şehit kanıyla yoğrulmuş, her taşına bir damla şehit kanı bulaşmış, her ağacının altı bir hayat hikâyesine sahne olmuş mübarek bir yarımadadır.

Neden Bu Kadar Vefasızız
Daha önceleri defalarca gezdiğim bu yarımada, bu defa beni çok daha fazla etkilemişti. Nedendir bilinmez ama, bu defa ruhumun derinliklerinde sanki fırtınalar kopuyordu. Beraber dolaştığım dostum, bu coğrafyaya, bu yarımadaya ve buralarda yaşananlara vakıf birisi olduğundan, onun anlattıkları beni alıp başka diyarlara götürmüştü. İnanın ilk defa gözyaşlarıma hakim olamadım. Garip bir mezar başında Kur’an okurken ilk defa kelimeleri boğazımda sıralamaya zorlandım. Hele orada yatan ve mezarı sırlı bir olayla ortaya çıkarılan Tabip Binbaşı Mehmet İsmail Bey’in hikâyesini dinleyince adeta bedenim uyuştu ve damarlarımda kanım dondu.
 
Burası sonradan ortaya çıkarılan kabirlerden sadece üçüydü. Issız bir orman içerisinde bir tepede, defineciler tarafından kabirleri yağmalanmış, mübarek kemikleri etrafa yayılmıştı. Daha sonraları bu kemiklerin toparlanmasıyla üç askerin kabirleri ahşapla çevrilerek mezar görünümüne getirilmişti. Nedendir bilemiyorum ama, bu askerlerin hikâyesi, garipliği ve bir Hak dostunun rüyasına girerek; ‘’Neden bizi ziyarete gelmiyorsunuz. Biz de buradayız’’ diyerek kabirlerini işaret etmesi içimi yaktı, ciğerimi parçaladı. Kanlarıyla, canlarıyla bize emanet ettikleri bu topraklarda; kendi nesli tarafından mezarlarının yağmalanması, kemiklerinin etrafa yayılması anlaşılır gibi değildi. Ecdada saygı böyle mi olmalıydı? Onlar bize bu güzelim vatanı emanet ederken, bizler neden bu kadar duyarsız ve bu kadar hoyratız.
Tabip Binbaşıdan ayrıldıktan sonra sanki bastığım her toprak parçasının iniltilerini duyar gibi oluyordum. Çünkü bu toprakların her parçasında onların vefası, onların sadakati ve onların kanı vardı. Onların kanının bulaştığı her toprak parçası; anılarının anlatıldığı her ağaç altı bizim için kutsaldır. Onlar bedrin aslanları, uhudun kahramanları, Peygamber sancaktarları, Anadolu insanının kınalı kuzularıdır. Onları bağrına basan ve cephede ziyaret ederek alınlarından öpen de benim Efendim, gönüller Sultanı Hz. Muhammed (sav)’dir. Akif; ‘’ sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber’’,‘’ Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi’’ derken işte bu gerçeğe parmak basıyordu.

İçler Acısı Bir Durum
Evet, bu mübarek yarımada, millet olarak bizim genlerimizin toprağa hayat verdiği bir mekândır. Bir Türk akademisyen bir Japon akademisyene; ‘’ Siz çocuklarınıza bu çalışkanlık ve bu millilik duygusunu nasıl aşılıyorsunuz’’ diye sorar. O da‘’ Biz çocuklarımızı daha ilkokul çağından itibaren dev tesislerimizi, fabrikalarımızı, robotik teknolojilerimizi gezdirmek ve anlatmakla başlıyoruz. Belli yaşa geldiklerinde de Hiroşima ve Nagazaki’ye götürüp, yapılan haksızlığı anlatıyoruz.’’ der. Türk akademisyen; ‘’ Bizim fabrikalarımız, teknolojik tesislerimiz var ama bir Hiroşima bir Nagazaki’miz yok’’ dediğinde; ‘’ Sizin Çanakkale’niz var ya’’ cevabını alır.
Evet, bizim Çanakkale’miz var diye söylemeye sıkılıyor ve orada yatan şehitlerimiz adına utanıyorum. Son yıllarda karşımızda içler acısı bir durum var. Türkiye toplumu son zamanlarda imani ve insani açıdan müthiş bir savrulma yaşıyor. Özellikle genç nesiller değil ecdadına saygıyı, Yüce Allah’a saygıyı bile unutmuşçasına bir hayat yaşıyorlar. Onlar, ayak bastıkları ve üzerinde yatak kıyafetleriyle dolaştıkları bu yarımadanın ve o toprakların ne manaya geldiğini bilmiyorlar. Bilmiyorlar, buralarda peygamberlerinin ayak izlerinin olduğunu. Bilmiyorlar binlerce insanın bir hilal uğruna ayaklarının altına serildiğini. Ve anlamıyorlar bu halleriyle toprak altında yatan şehitlerimizi ağlattıklarını.
Bilmiyorlar, bir turistik gezi mahiyetinde dolaştıkları bu topraklarda atalarını sevindirmek yerine üzdüklerini. Bilmiyorlar, bu topraklar uğruna her şeyinden vaz geçen yiğitlerin onları yaşatmak için yaşadıklarını. Bilmiyorlar, bugün huzurlu bir havayı teneffüs ettiği ve ezanların susmadığı, bayrakların inmediği bir ülkeyi onlara bırakmak için; ‘’Yaşamak Bedel İster’’ hakikatini bayraklaştırdıklarını.

Utanıyorum
Bazen oturup dakikalarca gelenleri seyrettim ve ülkem adına, milletim adına, dindar olduklarını iddia eden bir yönetim ve şehitlerimiz adına kendimden utandım. Bu gençleri buralara kadar getirip sözde milli ve manevi duygularını geliştirmek için seferber edenler; bu gençlere ön bir bilgilendirme yapmayı hiç mi düşünmediler?  Nereye gideceklerini, ziyaret ettikleri mekânın önemini, bir millet için Çanakkale’nin ne demek olduğunu hiç mi anlatmayı düşünmediler? Buralarda Allah Resulünün ayak izlerinin, meleklerin kanat çırpışlarının, şehitlerimizin ruhlarının dolaştığını ne çabuk unutturdular.

Her Şey Folkronik
Her şey bir folklor, bir karnaval, bir turistik geziye döndü Çanakkale’de. Gençlerimizin yatak kıyafetleriyle geldikleri; ibret almak için değil de ibret olmak için dolaştıkları bu mukaddes toprakların onlar için hiçbir şey ifade etmediğini gördüm. Bugün oralarda rehberlik yapanlar ve gençlere milli ve manevi ahlaki anlatmaya çalışanların bile, Çanakkale’nin ruhuna vakıf olduğuna inanmıyorum. Siz, bu ruhu gönlünde yaşayarak anlatan gerçek rehberleri bir ağaç dalı gibi budayıp,  onu meyvesiz hale getirirseniz, Çanakkale’yi ruhu bedeninden uçmuş bir cesede çevirirsiniz. Çünkü, ‘Çanakkale Geçilmez’ hale getiren bedeninin ruhunu oluşturan maddi gücün egemenliği değil, manevi ruhun yüksekliği idi. Savaş stratejisi bir sebepti. Ama sebepler üstü bir sebep olarak Allah’a bağlılık ve Resulüne sevgi idi.
Yoksa siz, Seyit Çavuş’un o top mermisini kaldırmasını maddi hiç bir güçle izah edemezsiniz ve edemiyorsunuz? Siz, nikâhından üç gün sonra gönüllü olarak Çanakkale’ye koşan yiğitlerin şehadetlerini makam, mansıp ile anlatamazsınız? Daha nikâh masasında hanımının ayağına basmadan ve onu alnından öpmeden cepheye koşan Hasanları anlayamazsınız. Şehit olurken arkadaşına; Hasan, ben evlendiğim gün cepheye koştum. Eşimin elini bile tutamadım. Eğer sağ kalırsan Emine’me selamımı söyle. Eğer şehit olursam Eminem ile sen evlen. Benim isteğim Eminem senin gibi bir gazi ile evlensin’ diyen Musa çavuşların iman kuvvetini kavrayamazsınız.

Her Şey Bir Fotoğraf Karesi için
Uzun uzadıya bakmaya devam ediyorum gelen insan seline. Kabirler üzerine durup birkaç kişiden başka fatiha okuyan yok. Herkes taştan heykeller ve taştan anıtların önünde fotoğraf çektirme yarışındalar. Artık bu iş, tam bir karnaval havasına dönmüş, gençlerimiz bütün heyecanını taştan duvarlara, anıtlara yöneltmiş ve şehitlerimizi ağlatmışlardı. Çünkü buradan dönüşte gönüllerini bu toprakların duygu ve düşüncesiyle değil, buraya gelmenin beyhude havasıyla doldurmuş, birkaç kare fotoğrafla yürekleri gibi elleri de bomboş geri dönmüşlerdi.
Yanılıyor da olabilirim fakat benim bugün buralarda gördüğüm, zaman ilerledikçe Gelibolu Yarımadası kendine has o duygu dolu itibarını kaybediyor olmasıdır. Bilemiyorum birileri belki de bunun böyle olmasını istiyor olabilir. Gençlerimiz buraların milli ve ahlaki ruhundan mahrum büyürken; yabancıların kendi ecdatlarına karşı  saygı ve sevgisi beni acı bir tebessüme sevk ediyor.

Sormadan Geçemeyeceğim
Sormadan da geçemeyeceğim. Bugün o toprakların manevi desenlerini, çiçeklerini ve o çiçekleri ziyarete gelen Allah Resulünü anlatabilecek kaç tane rehberimiz var?  Bu derdi bir kambur gibi sırtında taşıyan, nasıl birkaç gencin ruhuna buraların ilhamlarını boşaltır onların gönlünde milli ve manevi dantelamı örgüleyebilirim diye kıvranan kaç tane yetkilimiz var? Yok, olduğuna da inanmıyorum. Her şeyin bir şeylere feda edildiği bu günlerde, Çanakkale ve Çanakkale ruhu da bir kadir bilmezlik uğruna feda edildiğine inanıyorum. Evet, doğrudur. Bizim bir Hiroşima ve bir Nagazaki’miz yok ama, millet olarak  milli ve manevi bir Hiroşima ve bir Nagazaki yaşadığımız aşikardır.  
Gelin tekrar yeniden bir Çanakkale ruhuyla şahlanalım. Bu topraklara önce devlet olarak yeni yeni projelerle ayrı bir yol haritası çıkaralım. Gençlerimizin ruh müzelerini beton anıtlarla, savaş stratejileriyle, topla silahla doldurmayalım. Buradaki milli manevi şahlanışı yapabilecek gönlü ve ruhu bu yarımadayla bütünleşmiş; buraların ruhuna vakıf rehberler yetiştirelim. Böylelikle, bizim ihtiyacımız olan milli ruh, manevi kuvvet, sadakat ve vefayı tekrar Gelibolu yaramasının taşına toprağına kazıyalım.

Elimden Geldiği Kadar
Tabip Binbaşının bana ilham ettiği onları anlatma görevini elimden geldiği kadar yerine getirmeye gayret edeceğim. Kendi düşünce yapımın, kendi ruh dünyamın beni ayakta tuttuğu ana  kadar da sizlere bu köşeden  buralarda yaşanmış hayat hikayelerini kendi kapasitem ölçüsünde anlatmaya çalışacağım. Buralara belki hiç gelememiş ve hiç gelemeyecek, dünyanın dört bir tarafındaki insanların gönül yamaçlarına bir damla sadakat ve vefa şebnemi düşürebilirsem, kendimi mutlu hesap edecek; Tabip Binbaşı Mehmet İsmail Bey’in içime yaktığı yangını da ancak böyle söndürebileceğime inanıyorum.
Rabb’im şefaatlerine nail eylesin. Kabirleri nurlarla doldun. Efendimize komşu eylesin. Amin