Abdulbaki Erdoğmuş

Abdulbaki Erdoğmuş

[email protected]
[email protected]

Yeni Siyaset İmkânı ve CB Abdullah GÜL

22 Haziran 2024 - 11:00



Hatırlanacaktır AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi), adında ifadesini bulan adalet ve kalkınma iddiasıyla kurulmuştu. Yola çıkarken de 3Y ile yani yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla tavizsiz bir mücadele verileceğinin altı defalarca çizildi.
Siyasi çizgisini “muhafazakâr demokrat” olarak belirleyerek kardeşliğe ilave olarak düşünce-fikir-din ve vicdan özgürlüğü, "müzakere", "katılım", "hoşgörü", "çokkültürlülük", "uzlaşma" ve “hukukun üstünlüğü” gibi ileri demokrasilerde kullanılan tüm kavramlar parti söylemi haline getirildi.
Söylemle de kalmadı, seçim bildirgesinde de şöyle yer aldı: “Sivil toplum kuruluşlarının yönetime daha aktif katılımı ile temsili demokrasinin katılımcı demokrasiye doğru gelişmesi sağlanacaktır. Böylece vatandaş, sadece seçimden seçime değil, güncel gelişmeler için de iradesini siyasal sürece yansıtma fırsatı kazanacaktır.” (3 Kasım 2002 Seçim Beyannamesi)
Söz konusu bildirge göze, kulağa pek de hoş gelmişti ve yeni bir demokrasi yolculuğu için umut olmuştu.
Gelinen noktada, yani bugün itibariyle AK Parti, kuruluş ilklerinden kopmuş, adalet iddiasını çoktan unutmuş, hak ve hukuk istikametinden tamamıyla sapmış durumdadır. Siyasal ve kurumsal değişimi bir tarafa, toplumsal ve sivil anlayışından neredeyse artık eser kalmamıştır.
Yönetim anlayışında statüko ile bütünleşmiş, hatta statükonun kendisi olmuştur. Bu durum, AK Partinin anti demokratik değişimini gözler önüne sermektedir.
--
Anayasa ve yasalardan kopmuş bir iktidar, sadece demokrasi ve hukuk için değil, devlet geleneği ve devletin yerleşmiş işleyişi ve teamülleri için de sorundur.
Biliyoruz ki siyasetin devletçilik, dincilik, ırkçılık veya ayırımcılık ve şiddetten beslenmesi, bir devletin güven ve barış içinde varlığını sürdürmesi için de büyük sorunlar oluşturmaktadır.
Demokrasilerde siyasi partiler, devlet olmak veya devlet kurumlarını ele geçirmek için değil, devleti demokrasi ve hukuk ile yönetmeye talip siyasi unsurlardır. Çünkü yasaları yok saymak, anayasaya uymamak, devleti yok saymaktır. Bu yetki, partilere verilmediği gibi cumhurbaşkanı dahil hiç kimseye de verilmemiştir.
Böyle bir anlayış en çok devlete, hukuka ve demokrasiye zarar verir. Hukuk, devlet demekse hukuksuzluk veya işletilmeyen hukuk, devletin bekası için en büyük tehdittir. Siyasetin görevi; hukuku işler kılmaktır, işlevsiz kılmak değildir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz siyasi felaket; hükümet olmak yerine devletleşmeyi seçen bir siyasi iktidarın varlığıdır. Bu bağlamda İktidar, en basitinden yargı kararlarını beklemeden hukuk dışı KHK ve KAYYIM uygulamalarıyla hem hukuku hem siyaseti hem de devleti tahrip etmeye devam ediyor.
İkinci felaketimiz ise insan hakları ihlallerine, haksız ve hukuksuz uygulamalara ayırım yapmadan, hiçbir kesimi dışlamadan hakkaniyet çerçevesinde yaklaşabilen muhalif ancak çözüm geliştiren makul bir siyasi sesin olmamasıdır.
AK Parti ve CHP başta olmak üzere mevcut partilerin ve liderlerin hiçbiri, demokratik siyasetin gereği olan kuşatıcı bir paradigmaya sahip değildir. Liderlerin ideolojik ve hamasi söylemlerle estirdikleri rüzgâr, takındıkları otoriter tutum sorunları derinleştirmekte ve çözümü imkânsız kılmaktadır.
--
Söz konusu politikalar sonucu Türkiye, son yıllarda uluslararası ilişkilerde ve hukuk devleti alanında ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye olan inancın zayıflaması, siyasi düşünce-fikir ve basın özgürlüğüne yönelik baskılar ve siyaset yapma alanının daralması, vatandaşlarda ve özellikle gençlerde ülkeye karşı güven ve aidiyet hissinin azalmasına yol açmaktadır.
İşçi, köylü, esnaf, memur, emekli, kadro bekleyen on binlerce öğretmen, her gün katlanarak büyüyen işsizlik, yoksulluk, açlık, kanıksanmış yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılık, en önemlisi de siyasete duyulan güvensizlik, umutsuzluk ve çaresizlik büyük bir tehlike oluşturmaktadır.
Uluslararası ilişkilerde ise, Türkiye’nin komşularına ve Doğu bloku ülkelerine yönelik olumsuz politikaları, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması nedeniyle NATO ve ABD ile yaşadığı gerginlikler, dış politikada izolasyona yol açmıştır.
Türkiye’nin tarihi istikameti Batı’dır ve muasırlaşmaktır. Bunun için Avrupa Konseyinin kurucu üyesi olmuş, 1952’den beri NATO üyesi olarak yer almış, AB’ne (Avrupa Birliği) tam üyelik için yoğun çabalar içinde olmuştur.
Bugün ise iktidarın aykırı tutumu sonucu, Türkiye’nin bölgesinde ve uluslararası alanda güvenilir bir partner olarak algılanmasını zorlaştırmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarını uygulamayan Türkiye, ne yazık ki Avrupa Konseyi’nden ihraç edilme noktasına gelmiştir.
Ülkesinden umudunu kesmiş ve geleceğini Avrupa ülkelerine gitmekte arayan gençlerin durumu neredeyse trajik bir vakıa haline gelmiştir.
Yukarıda belirtilen sorunlar, vatandaşlarda ve özellikle gençlerde ülkeye karşı güven ve aidiyet hissini zayıflatmaktadır. Birçok genç, geleceğini yurt dışında aramakta ve beyin göçü hız kazanmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2019 yılında yurt dışına göç eden yaş aralığı en fazla 25-29 arası gençlerden oluşmaktadır. Bu durum, gençlerin ülkeye olan güveninin azaldığını ve geleceğe dair umutsuzluk hissettiklerini göstermektedir.
Bu gidişle Türkiye, Avrupa’ya gitme imkânı bulamayanların ülkesi olacaktır. Doğurganlığın ve genç nüfusun hızla düşmesi de dikkate alındığında geleceğe ilişkin kaygılarımız artmaktadır.
--
Tek adam yönetiminin ve radikal siyasetin sürdürülmesi durumunda kaygılarımız gerçeğe dönüşebilir.
Çünkü biliyoruz ki radikal ve ayırımcı siyasetle sorunların çözümü mümkün olmayacaktır. Radikalizmde ısrar edilmesi durumunda Türkiye’nin çok daha derin krizler yaşayacağı, karanlık ve kaosa sürükleneceği çok açıktır.
Bu durumda da çok daha ağır bedellerin ödeneceği tarihi tecrübelerden anlaşılmaktadır. Makul siyasetçilerin, duyarlı aydınların, akademisyenlerin, hukukçuların, iş ve sanat dünyasının sindirilmiş sessizliği ve seyirci kalması bu süreci hızlandıracaktır. Bu durum gerçekten ülkenin geleceği adına endişe vericidir.
Siyaset dışında baş vurulacak her yöntem, Türkiye’yi içerde kaosa, bölgesinde ve uluslararası alanda yalnızlığa ve istikrarsızlığa sürükleyecektir. Bunun sorumluluğu ve vebali de sessiz kalan ve inisiyatif almayan siyaset insanlarının ve hepimizin olacaktır.
--
Esas itibariyle aşırılıklar ve kamplaşmalar üzerinden yapılan siyaset, makuliyet ruhunun tavandan tabana her yerde yok olmasına yol açmıştır. Makul siyaset anlayışından uzaklaştığımız için siyaset alanı tamamıyla radikal anlayışlara ve ayrıştıran ideolojilere teslim olmuş durumdadır.
Bu durumun daha da içinden çıkılmaz hale gelmemesi için yeni ve sahici bir siyaset alanının inşasına ihtiyaç vardır. Zira uzun süredir makul siyasetten uzaklaşmış olan Türkiye’nin bütün hayati damarları tıkanmış durumdadır.
Damarların yeniden açılması için ehliyetli, deneyimli, makul ve uzman kadrolar gerektiği açıktır.
Bu nedenle bazıları çözümsüzlüğün sebebi olarak Türkiye de yetişmiş insan kıtlığını gerekçe göstermektedirler. Bu durumu da Osmanlı’dan günümüze aktarılan ‘’Kaht-ı rical’’ deyimi ile ifade ederler.
Ancak ben bu yaklaşımı doğru bulmuyorum.
Türkiye’de çok sayıda siyasete ve yönetime öncülük yapacak yetişmiş, donanımlı, makul insanımız vardır. Ayrıca bu durumun vahametinin farkında olan ancak siyaset yapma imkânı bulamayan birçok makul insanın varlığı da bilinmektedir.
Cesaret göstererek inisiyatif almamalarının nedeni korkaklık veya yetersizlik değildir. Zira mevcut partiler ve siyasi düzen, bu insanları siyasetten uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır.
Söz konusu insanlar bürokraside, yönetimde, partilerde ve siyasette tercih edilmemektedir. Devlet ve siyasette liyakat ve ehliyet yerine politik küstahlığın, yalaka ve riyakarlığın karşılık bulduğu bir zemin oluşmuştur. Bu zeminde ancak tebaa, kulluk, kölelik ve maraba kültürü hayat bulur.
Böyle bir zeminde nitelikli insanlar, geride ve sessiz kalmayı tercih ederler.
--
AK Parti ve CHP yakınlaşmasıyla başlayan “normalleşme” iddialarını millete kurulmuş yeni bir tuzak olarak görüyorum.
Çözümü siyasette görenler için hamaset değil, hakikati görme zamanıdır. Mevcut partilerden ve etkisiz bir parlamentodan çözüm beklemek gerçekçi değildir.
20 yılı aşkın bir süredir kutuplaşma ve gerilimden beslenen AK Parti, 31 Mart Mahalli seçimlerinde aldığı ağır yenilgi soncu “normalleşme” iddiasıyla yeni bir algı süreci başlatmış durumdadır. Bu bağlamda CHP’yle yakınlaşma ve iş birliği yapma görüntüsü vermek için yeni görüşmelerin planlandığı anlaşılmaktadır.
CHP’yle bir ittifak, göreceli bir normalleşme sağlayabilir ancak bu ittifak ile ceberut yönetim ve anti-demokratik siyaset düzeninin devamı ve kurumsallaşması hedeflenmekte olduğu açıktır.
MHP’nin iktidar etkisini azaltmak, şüphesiz ülkenin yararınadır ancak AK Partinin MHP’leştiğini de görmek gerekir. İdeolojik ve kadrolaşma açısından da artık MHP’ye doğrudan ihtiyaç kalmadığı düşünülebilir.
Peki, CHP’yi MHP’den farklı kılan nedir?
AK Parti kadar geçmişteki ‘parti devleti’ geleneğine bağlı CHP’ye de güvenilmeyeceğini hatırlatmak istiyorum. Artık çağdışı olarak kabul edilen ve üzerinden yüz yıl geçmiş “ulusal devlet” politikası, anti demokratik ve oligarşik geçmişi ve de Altı Ok’la yüzleşmedikçe CHP’yi diğer partilerden farklı görmek büyük bir yanılgı olacaktır. Bu bağlamda AKP, MHP ve CHP’nin yok artık birbirinden farkları.
Sorunların nedeni “ulus devlet politikası”, hukuksuzluk, keyfi yönetim ve radikal-ideolojik siyaset olduğuna göre çözümü de ancak çağdaş anlamda bir çoğulculuk, hukuk ve makul siyasette aramak gerekmez mi?
Esas olarak normalleşme; öncelikle Yargı bağımsızlığını tesis ederek hukuku üstün kılmakla mümkündür. Bu bağlamda iktidarın samimiyetini; Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamak, KHK ve kanunsuz KAYIM uygulamalarından da vaz geçerek göstermek gerekmez mi?
Kanaatime göre mevcut iktidar ve ideolojik siyasetle “normalleşme” asla mümkün olmayacaktır!
--
Kalıcı çözüm, makul ve realist bir siyaset ile ancak mümkündür.
AK Parti iktidarını sonlandıracak ve CHP iktidarına da yol vermeyecek yeni bir toplumsal siyasetin koşulları oluşmak üzeredir.
Mahalli seçimlerde ağır bir yenilgi alan AK Partinin iktidarını uzun bir süre devam ettirmesi mümkün görünmemektedir. Yenilgiyi yok sayması ve erken seçimden kaçması durumunda meşruiyetini yitireceğini hatırlatmak isterim. Erken seçim kaçınılmaz olarak zorunlu hale gelecektir.
CB Erdoğan’ın, doğrudan veya dolaylı olarak yönlendirdiği mevcut muhalefet partilerini, özellikle de CHP’yi, yeni siyasetin adresi ve AK Parti alternatifi olarak değerlendirmek Türkiye ve siyaset için daha büyük açmazlara yol açacaktır.
22 yıldır aralıksız devam eden anti demokratik bir iktidarın demokratik alternatifi olmayı başarmamış partilere umut bağlamak yeni hayal kırıklıkları demektir.
1946’yla başlayan demokratik geleneği referans alacak yeni bir siyaset tek çözüm yöntemi olarak görünmektedir. Köksüz, geçmişten kopuk, teamüllerden yoksun, çağdaşlıktan, çoğulculuk, akıl ve bilimden uzak mevcut siyaset anlayışının çözüm olmadığını haykırmanın zamanı geçmek üzere.
Bunun için de iktidarda ve AK Partide büyük bir kırılmaya yol açacak sağduyu bir sese ve uzlaşmacı bir çağrıya ihtiyaç vardır.
Hatırlatmak isterim ki bilgi ve tecrübe, yönetim ve siyasette hataları aza indirmenin en önemli koşullarıdır.
AK Parti’yi samimi ve çıkarsız sorgulayacak, AK Parti kitlesini uyandıracak ve “Kral çıplak” diyecek parti içinden veya partili saygın bir kişinin sorumluluk ve risk alarak ortaya çıkması gerekiyor.
Makul ve demokratik siyaset için olduğu kadar, devletin kötü gidişatını önlemek için de makul ve ehil insanların yolunu açacak bir tecrübeye ve yeni bir lidere ihtiyaç vardır. Otoriter bir sistemi ve ceberut bir yönetimi değiştirmek için gençlerin enerjisi kadar tecrübenin de gerektiğini biliyoruz.
Peki ihtiyaç duyulan ve aynı zamanda sorumluluğu olan bu tecrübe ve lider kim olabilir?
--
Günümüz Türkiye’sinde makul siyasetin yolunu açacak ve siyasetten uzaklaştırılmış ehil insanların ve gençlerin önünü açacak bir tecrübe olarak 11. Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ü görüyorum.
Saygınlığı, bilgisi ve tecrübesi yanında AK Partinin iktidar olmasında en büyük rolü olan siyasetçilerin başında gelmektedir. Türkiye’yi uçurumun eşiğine getiren sorumlu lider CB Erdoğan olsa da parti olarak da AK Partidir. Abdullah Gül, AK Patinin ilk kurucuları ve aktif görev yapmış bütün üyeleri bu sürecin birer parçasıdır.
Devlet ve siyaset adamlığıyla birlikte bu rolü nedeniyle de sorumluluk öncelikle Sayın GÜL’e düşer.
Kendisinin, kapalı kapılar ardında AK Parti yöneticilerini uyardığından hiç şüphe duymuyorum ancak şimdiye kadar açıktan tavır koymadığı ve tek adamlığa seyirci kaldığı da ortadadır.
Eski genel başkan, bir devlet adamı ve cumhurbaşkanı olarak partisiyle bir sorun yaşamak istememesi, nezaketiyle bağdaşır ve anlaşılır bir durumdur. Ancak devletin de milletin de ihtiyaç duyduğu koşullarda, en önemlisi de siyasetin giderek çözüm olmaktan çıkacağı tehlikesine karşı ülkesi için risk almaktan kaçınmasını asla doğru bulmuyorum. Çünkü 85 milyon insanın ve ülkenin Sayın Gül’ün üzerinde hakkı vardır.
Daha fazla sessiz kalarak AK Parti ve iktidarının olumsuzluklarından aklanması da büyük vebalden kurtulması da mümkün değildir. Bu nedenle Sayın GÜL’e tarihi sorumluluğunu yerine getirmesi için insiyatif alması çağrısında bulunuyorum.
Ceberut yönetime karşı ideolojik ve politik sınırları aşarak vicdan ve adaletin sesi olabilecek, ulusal ve uluslararası camiada maruf, etkin ve makul bir şahsiyet olarak bu sorumluluk Sayın Gül’e düşer.
Sayın GÜL, söylem ve eylem bakımından pasif gözükse de ülkenin ve dünyanın sorunlarıyla çok yakından ve aktif biçimde ilgilendiğinden şüphe yoktur. Ülke içinden ve dışından yoğun ziyaretlerin en önemli nedenlerinden birisinin de siyasetin içinde olmaya ve dünya sorunlarıyla ilgilenmeye devam etmesidir.
Kuşkusuz bu durum, ülke siyasetinin de yararınadır. Ancak sessiz kalması ve insiyatif almaması ülkenin yararına olmayacaktır.
Akl-ı selim sahibi, bilgi birikimi, saygınlığı, tarzı ve siyaset anlayışı itibariyle de öncülük yapacak en önemli şahsiyettir. Siyasi ikbal kaygısı olmaması, ahlak ve nezaket sahibi olması, ona olan ihtiyacı belirtmem için yeterlidir. Bu özellikleriyle de sorunlarımızın başında gelen toplumsal kutuplaşmayı ve ayrışmayı önleyeceğine de inanıyorum.
85 milyon insanı; etnik, bölge, inanç ve dini ayırım yapmadan aklı selimin gerektirdiği bir yöntemle ve yol açıcı bir anlayışla siyaset sahnesine çıkmasını ve öncülük yapmasını Türkiye için gerekli görüyorum. Yeni siyaset zemini ve saygın bir siyaset imkânı hazırlamak için de liderliğine ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.
--
Ben sadece büyük vebali ve sorumluluğu hatırlatmak istedim.
Bu vebale öncelikle AK Parti’de siyaset yapmış ancak sessiz kalmış herkes ortaktır.
Kaygılarım; ülkemiz, insanımız ve insanlık içindir. Çözümün 20. yüzyılın ulus devlet politikalarında ve radikal siyasetle değil, makul siyasetle ancak mümkün olacağına olan inancımı tekrarlıyorum.
Bugünkü kutuplaşmanın, ayrışmanın, kavganın giderek derinleşmesini önleyecek tek çözüm, makuliyeti ve normalleşmeyi tesis edecek yeni bir siyaset inşa etmektir.
Sorunlara yaklaşımım; demokrasi, hak, hukuk, adalet, eşitlik, ahlak ve vicdan temellidir.
Sitemlerim, eleştirilerim ve çağrım da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Siyasette yaşanan her kriz, yeniden inşa için yeni fırsatlar çıkaracaktır. Sayın Abdullah Gül ve diğer siyasi aktörler üzerine düşeni yapmamaları durumunda fırsatlarla değil, krizlerle anılmaya mahkûm olurlar.

Abdulbaki ERDOĞMUŞ

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum