ZAMANSIZ VAKİTLERDE DERMANSIZ AŞKLAR

Uğur Canbolat​ ugur.canbolat@uskudar.edu.tr


UĞUR CANBOLAT
 
NUR yüzlüydü.
Çehresindeki derinleşmiş hatlardan hayatın sillesini yememiş bile olsa kahırdan azade kaldığı söylenemezdi. Onun için çile sadece iki kola yumak yapmak için takılan orlon veya yünden ibaret değildi. Hayatın imbiğinden içip zehirle şerbeti birbirinden ayırmaktı.
Bu ise elbette yaşamı derinden derine kazıp ince elemek ve aynı zamanda o ince elekte elenmek anlamına geliyordu.

BEYAZ tenini güneşe sermiş ve çalışmaktan yer yer esmerleşmiş bir nineydi artık.
Gençken de bu kadar tatlı mıydı bakışları acaba? Bu denli içten miydi?
Okyanuslar kadar derin ve çekici miydi?
Maviden yeşile geçişler, karadan elaya dönüşler meydana gelir miydi yoksa aynı rengin zaman zaman dinginleşip parlayan zaman zamanda yorulup solmaya yüz tutan kendi renginin tonları arasında mı dolaşırdı? Dedim ya, bilinmez.

İLİŞTİM yayına.
Pazar yerinde kalınca bir tomruğun üstüne oturmuş arada bir yaşmağıyla güneşin etkisine maruz kalan alnında boncuklanmış terini siliyordu ki, kokusu mis gibiydi.
“Bu nasıl bir bakış böyle, dünyayı sanki kalbine sığdırmışsın” dedim.
“Evet” dedi. “Ben dünyaya sığamasam da dünyayı kalbime sığdırabildim, şükürler olsun.”
Bazı sözler yutkunmanıza sebeptir ki, bu da onlardandı.
“Zamansız vakitlerde esen dermansız aşk rüzgarının kanadı kırık kumrusuyum ben” sözü ise kalbimi köy meydanında kalkmamak üzere çöken inatçı devenin sahibinden daha beter bir hâle getirmişti.
Sormaya mecalim kalmamıştı ama gözlerimde hârelenen soruyu aldı ve cevabını salıverdi yüreğime: “İyi geleceğini, uğurlu olacağını bildiğim kalbimdekine elimi uzatamadım. Evet, zamansız vakitlerde yaşanamamış aşktan dermansız kalanlardanım.”

BİR BAŞKA yer, bir başka vakit.
DAĞ kadar güçlü bir insan olduğunu çevresinden duyduğum bir dedenin gölgesine tünedim. Yürüdüğünde ormanda kozalakların patır patır kendini dalından bırakıp diplere amansız düşeceği sanılan bir adam… Oysa bedenen çelimsizmiş. Kısa boyluymuş. Adımları kısa ama hızlı yürürmüş.
Yani cüssesiyle mütenasip olmayan bir heybeti varmış.
Azizmiş demek ki, izzeti çevresine de sirayet etmiş.

GÜVEN verirmiş.
Adam gibi adamış kısacası. Kimseyle hileli alışverişi olmazmış.
Onun için kendisine kalbi dilinde denirmiş. Sever ve sevilirmiş.
Çevresinde itibarlıymış. Vaktiyle toplum tarafından takdir gören faaliyetler yapığı söylenirmiş.
Bunlar dışarıdan bakıldığında sadece pencereden görünenlerdi elbette.
İçeride ne olduğu başkaları tarafından tam nasıl bilinebilirdi ki…
Gözlerine biçare bakışımdan sualimin derinliğini hemen anlayıvermiş ve beni daha fazla azap içinde bırakmak istememişti.
“Yangınım sönmedi evlat” dedi. Araya girmeme fırsat tanımadan devam etti.
“Dimdikti, elif gibi pürüzsüzdü. Mağrur diyemem ama asaleti saç diplerine kadar sirayet etmişti. Değerinin farkındaydı. Tıpkı istiridyenin içinde dokunulmamış parlak bir inci tanesi gibiydi. Baktığında gözünün değdiği yerler renklenir, güldüğünde âlem bayram şenliğine kalkardı âdeta. Ama ben kalbimdeki bu ışığa elimi uzatıp dokunamadım.”
Yine sarsılmıştım. Daha önce aydınlık yüzlü nineden dinlediğim hayat hikayesinin arka yüzüydü sanki bu.
Nasıl yani demeye varmadan diğer hüküm cümlesi gelivermişti: “Zamansız vakitlerde esen dermansız aşk rüzgarının kanadı kırık kuğusuyum ben.”
Bu kadarı tesadüf olamazdı. Siz iddia etseniz bile ben buna inanmam.

BU iki insan, bu iki yanık yürek geçmişin aman vermeyen şartlarında sadece birbirinin kalbine dokunmakla mı kalmışlardı?
Ellerini uzatamamışlar mıydı birbirilerine…. Aynı rüzgârda dalgalanamamış mıydı saçları?
Aynı şiirin dizelerinde yaş yürümüş gözlerini sessizce kapayıp bağır basamamışlar mıydı?
Nasibi olamamışlar mıydı birbirinin…
Muhtemelen öyle olmuştu. Yarım kalan bu iki hikâye benim kalbimde birlendi.
Acaba bu yazıya bir şekilde erişip okurlarsa buna kızıp bana içerlerler mi yoksa bunu bedenlerini kavuşturamadığı nasibin bu hayatta yazıyla kavuşması mı sayarlar. Bunu da bilemedim…
Demem o ki; bu dünyada tüm aşklar birbiriyle kavuşamıyor. Zamansız vakitlerin dermansız kalan aşk kumrusu ve kuğuları da var.
Belki de dünyamızı sevimli kılan onlardır, ne dersiniz…