AĞLAMA KARANFİL

Kenan Güzel kenanguzel61@yahoo.com

Aşkın Gözyaşları Soğuk bir kış günüydü, rüzgârın bütün şiddetiyle alınlara buz gibi yaslandığı 19 Ocak 1990. Dışarıdaki soğuğa inat, gönül bahçelerinde baharı soluklayan Azerbaycan halkı, 19 Ocak günü, dar duvarlar arasından  geniş meydanlara doğru azadlık yürüyüşüne geçiyorlardı. Yıllar yılı hep hazan yaşayıp duran bu millet, himmetiyle bir millet olma yolunda dimdik adımlarla ilerliyordu. Sema kapkara, gönüllerde hüzün, sinelerde ezikliğin dayanılmaz ateşiyle bağımsızlık ateşi yüreklerinde fokur fokur kaynıyor; karın, buzun ve zulmün o dondurucu soğuğu Azerbaycan halkının sinesinde damla damla eriyordu.   Rus zulmü karanlık bir örtü gibi kaplamıştı Bakü ufuklarını. 20 Ocak 1990 günü evlerde sıcak sobaların yanında, sıcak yataklarının başında değildi Azerbaycan halkı. Korkutmuyordu onları zalimin topu, tüfeği, güllesi. Sindiremiyordu onları, bir palet gibi ezen yılların baskıcı Moskof'un Kızıl Ordusu. Eline bayrağını alan koşuyordu azatlık meydanına. Akıl almaz bir şekilde cesurca, haykırıyorlardı haklarını ve ‘Azerbaycan, Azerbaycan’ nidalarıyla inletiyorlardı Bakü sokaklarını. Onlar için artık geri dönüşü olmayan bir yoldu bu gidiş. Ölümü göze alıp, kolundan tuttuğu çocuklarını, torunlarıyla beraber korkusuzca, Rus’un mermisine göğüs gererek hep beraber azatlığa koşuyorlardı.   19 Ocak 1990 Azerbaycan Türk’ü tarihin karanlık sayfalarına bir güneş gibi doğuyordu. Rus'un topu, tüfeği, tankı, mermisi etten bir kale haline gelen sineler karşısında aciz kalıyordu Bakü meydanlarında. Anne feryatları, yetim hıçkırıkları inletiyordu semaları. Ama, bir ney gibi bu haykırışları dinliyorlardı asrın acımasız, hain, zalim hoyratları. Bütün teçhizatıyla donatılmış kızıl orduya karşı, kurşun geçirmez yelekler gibi siper ediyorlardı sinelerini. Çünkü onlar, ataları gibi hep merhamet soluklanmışlardı bütün dünyaya. Kimseyi incitmemiş, hiçbir halka ve topluluğa haksız yere silah doğrultmamışlardı. Onlar asırlardır hep emniyet soluklamış, mazlumların, mağdurların sesine, feryadına koşmuşlardı, tıpkı Kerbela’ya koşan Hz. Hüseyin (ra) gibi.             Ağlama Karanfil  Ağlamak kaderimiz olmuştu yıllar yılı, hep ağladık, ağlatıldık. Gözümüzden akan yaşı kimseler silmedi, sildirmedi. Bahçelerimiz bir hazanla yerle bir olmuş, bahçıvanlarımız kendi gönül dünyalarına hapsedilmişlerdi. Asırlardır dünyaya kendi renk ve desenleriyle ayrı bir güzellik sergileyen gül bahçemiz solmuş, soldurulmuştu. Sema toprağa inat, yağmurlarını saklıyordu bağrındaki su kuyucuklarında. Dudaklarımız şak şak olmuş kanıyor, feryadımız dünyayı inletiyor, hıçkırıklarımız bir ağaçkakan misali sinelerimizi adeta delip duruyordu.   Sanki dünya ve içindekiler bize küsmüş, her sokak başındaki yol göstericilerimizin yönünü aksi  tarafa çevirmişti. Anlamadık, anlayamadık, gideceğimiz ve gitmek istendiğimiz yönü. Gönüllerden hisler hazan yağmurlarıyla sel olup akmış ve gönül ovalarımız sonu gelmez bir  erozyona uğramıştı. Uzaktan baktık birbirimize; sadece ağlaştık, üzüldük, gözlerimizden yaşlar hicran olup aktı bendimize. O yaşlar bir türlü  ulaşamamış duygu yamaçlarımıza, kuruyan gönül bağlarımızı sulayamamış bütün efsunuyla.
        Beni de Ağlatma Şiirlerimize de aksetmiş bu bahtı karalık hülyaları. Hep karamsar düşünmüş, onunla yoğrulmuş, onun ateşiyle kavrulmuşuz yıllarca. ‘Ağla Karanfil Ağla’ diye nameler dizmişiz gönül tellerimize.  Sadece kendimizi değil, ‘’Gülüstan’’ bahçemizdeki karanfillerimize de ağlatmışız. Ağla Karanfil Ağla demişiz. Neden ağlayacakmış bu karanfil diye sormamışız kendi kendimize. Karanfiller güzelliği, mutluluğu, sevdayı, hür olmayı gerektirirken, onu da hapsetmişiz kendi duygularımızın hazan bahçelerine.
   Artık ‘’ Ağlama karanfil, beni de ağlatma, sil gözyaşlarını’’ ne olur. Yeter artık ağladığın bunca yıldır, gül artık halkıma; kokunla Peygamber ocağına çevir şehitlerimin kabirlerini. Sen, kırmızı rengin ve yeşil bedeninle bayrağıma ilham olmuş bir değersin. Sen Şuşa’da, Fizuli’de, kısacası Karabağ’da dalgalanan bir bayraksın. Sen; gözyaşının, gamın, kederin ve çaresizliğin sembolü olamazsın. Sana Gülmek yakışır, zalimlere, düşmanlara inat gül; AĞLAMA KARANFİL
    20 Ocak 1990 bir halkın esaret zincirlerini darmadağın ettiği gündür. Azerbaycan halkı kendi varlığını dünyaya haykırmak, düşünce dünyasına vurulan zincirleri parçalamak için yiğitçe çarpışıyordu. O gün silahların ve bombaların açtığı yaraların ızdırabına denk ayrı bir acı daha yaşanıyordu şehitler tepesinde. Annelerin feryatları bir başkaydı o gün. Çocukların soğuktan moraran dudaklarından bir başka duyuluyordu hıçkırıklar. Zalimce duygular, hisler ve düşünceler bir tank paleti olmuş, adeta eziyordu Azerbaycan halkını. 
Kemale Ferhat Çifti Yeni dünya evine  giren Kemale  Ferhat çifti, balayına gider gibi gidiyorlardı  kinin, nefretin, ateşin, merminin insafsızca kavgaya tutuştuğu 20 Yanvar meydanına. Kemale tıpkı Erzurum tabyalarına dayanan düşmanlara karşı cansiperane mücadele veren Bir Nene Hatun, bir Gülnar Hatun, bir Pembe Hatun gibiydi. Daha bir yastığa beraber baş koyamadıkları Ferhat'ı nikah masasından kalkıp gitmişti er meyadanına ama dönmemişti. O da bir Nene Hatun misali duvağını başından sıyırarak koştu Ferhat’ının ardından sonsuzluk denizine. Adeta yeni evliliklerinin balayını kutluyorlardı, hain kurşunların sahillerinde. İkisi el ele, kol kola yürüdüler cennet bahçelerine. Oturdular Havzu Kevser'in başına. Buluştular  Peygamberleriyle.
  Evet, o gün Azerbaycan halkı akıl almaz bir yiğitliğin, cesaretin destanını yazıyordu, Bakü sokaklarında. Çünkü onlar, düşmanların ölümden kaçtığı gibi, karanfil olup bu toprakları gül bahçesine çevirmek üzere adeta ölüme meydan okuyorlardı. Ruhunuz şad olsun. Yüce Rabbim; benim kanım, canım olan Azerbaycan halkına bir daha 20 Ocak 1990 gibi bir ihaneti, bir faciayı yaşatmasın. Amin
Can Azerbaycan uğruna canını feda etmiş bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, Azerbaycan halkına başsağlığı diliyorum.